Siyah Nur
Siyah Nur
Sadece siyah bir örtünün var olduğu yerde, örtünün varlığından
bahsetmek mümkün değildir. Yalnızca kendisi olan bir şeyin, hiçbir şeyi örtmüş
olmayacağı da aşikârdır. Lakin henüz anlayışın meydana gelmediği ve “zaman”ın
üzerinden uzun bir zaman geçmediği o anlarda, birbirlerini görmeyen suretlerin,
hiç bilinmeyen belirişleri vardı. Siyah örtünün içinden, sımsıcak yıldızlar
açılıyor ve diğerlerinden, dile gelmeyen bir süratle ayrılıyorlardı.
Yıldızlar, büyük bir yemin ile tespit edilmiş mevkilerine
doğru, birbirlerinden uzaklaşırken, her şeyden habersizdiler. Elan,
birbirlerini görmeden ışıldamaktadırlar. Mevcudiyetleri onları var kılmakta
yetersiz düşmektedir. Zira var olmak için, kendi varlığını tespit edebilecek
durumda olmanın lüzumu bilinmektedir.
Tepelerin, siyah ve belirsiz suretler halinde karanlıktan sıyrılmaları
da, örtüyü suretlerin üzerinden kaydıran elin nihai maksudu değildir. Tepelerin
eteklerinden akan sular, bitkilere hayat taşımaya başlar. Siyah bir suya düşen
beyaz bir süt tanesinin suda yayılması gibi, siyah örtünün üzerinde beliriş
evrenleri açılıp büyüse de, bitkilerin bu hareketi, asıl haberi taşımak
yönünden daha manalıdır. Onlara “Nebat” denmesinin sebebi de budur.
“Hay” sahibi olmaları sayesinde, hayatiyet arzeden varlıkların,
kendi semaları altında, bir renk ve tavır zenginliği göstermeleri, yıldızların
ve bitkilerin sonsuz sükûnundan sonra, seslerin ve görüşlerin belirmesini temin
etmişti. Lakin bu görüş, bir anlayışa ve bu sesler, “esma”ya ulaşmak
istidadında değildi.
Üzerinden sayılamayacak kadar zaman geçtiği halde, ismi bahse
konu olamayacak kadar değersiz olan beşer ise kan dökmeye devam ediyordu.
Örtüsünü, burnu hizasına kadar çekmiş, ayak parmaklarının
ucunu seyreden hastanın yüzü vardı, vadinin kıvrımlarını okşayan Ay’ın
bakışında... Şairlerin izafe ettiği hislere sahip olsaydı, şu an hüzünlü bir
annenin ifadesine bürünmüş olması daha uygun düşerdi. Zira ışığının temas
ettiği yerlerde, yani tepelerin ve bitkilerin üzerinde, kan izleri vardı.
Sabah, eflatun saçlarını, rüzgârın estiği yöne doğru döken dulavratotları, şimdi
kızıl bir kovaya eğilen fırçalar gibi kan damlatıyorlardı.
Bu kan, dere kenarında, can çekişerek yatan büyük bir Asya
filinden sızıyordu. Ne zamandır çığlıkları duyulmuyor ise de, ayaklarını
oynatıp durmasından ve göz kapaklarını açıp kapatıyor olmasından yaşamaya devam
ettiği anlaşılıyordu. Derenin iyice çekilmiş suyu, hortumundan içeri giriyor,
çamura ve kana bulanmış vücuduna akbabalar konuyordu.
Bir tepenin yamacında, saçları yanmış bir at, kendi kendine,
yaşamak isteyip istemediğini sorar gibiydi. Başını kaldırıp, kavrulmuş gözüyle
etrafı görmeye çalışıyor, bu sırada direnmeye çalışır gibi toynaklarını
oynatıyor fakat hemen sonra kendini tekrar bırakıyordu.
Cesetler, sabahın erken saatlerinden itibaren toprağa dökülmeye
başladığı ve akşamın geç saatlerine kadar dökülmeye devam ettiği için, hava
şimdiden ağırlaşmıştı. Yazın ve ilkbaharın kokusu olduğu gibi, kanın da bir
iklimi vardır. Bu iklim, şu an baştan sona çürümüş ceset ve her kıvamdan kan
kokuyordu. Sinekler denizden kabaran bir hortum gibi kesif bir kalabalıkla
dönüp duruyor, insan ve hayvan cesetlerinin üzerinde, hiçbir zaman yakından
görülmemiş vahşi kuşların, sarı ve parlak gözleri ışıldıyordu. İşte bunlar, bu
iklimin görüntüleriydi. Bu görüntülerin müsebbibi ise vadinin bütün
kıvrımlarında, alt alta, üst üste, koyun koyuna yatan beşerin kendisiydi.
Bazıları halen bağırmaya devam ediyordu. Bağırsaklarını karnına doldurmaya
çalışan bir adamın sözleri, ölümün sözleridir. Bu seslere dualar karışıyordu.
Vadinin kazılmaya imkân tanıyan her bir boşluğunda, uzayıp
giden büyük çukurlar açılmış, cesetler toplu halde gömülmeye başlanmıştı.
Elleriyle sinek sürülerini kovmaya çalışan adamlar, bir yandan ağızlarını tutup
bir yandan mırıl mırıl bir şeyler okuyorlardı.
Ahrar Romanı - Rafet Elçi
Yorumlar
Yorum Gönder